Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
“Atla gel, parayı telledim!”
Rahmetli Uğuray’la oynadığımız oyundan bir cümle: “Atla gel, parayı telledim!”
50’li yılların ortaları. Mersin’de, Akkahve’de, caddeye bakan masalardan birinde oturur, pipo içerek dışarı bakardım. Yalnızca dışarı bakmazdım. Varlık, Kaynak, Yeni Ufuklar ya da Seçilmiş Hikâyeler dergilerinden birini okur, kendimi Attilâ İlhan’ın Hasan’ının (Sokaktaki Adam) yerine koyardım. “Ve seni Bâbil’den öteye götüreceğim…” Kitabın (1953, Seçilmiş Hikâyeler dergisi kitapları) kapağındaki bereli kızın sevgilim, geri plandaki sol eli beline dayalı, sağ elinde dumanı tüten sigara tutan, dekolte giyimli sarışın kadının da metresim olduğunu hayal ederdim.
Tam bu sıralar, Uğuray’ın davudî sesi kulağımın dibinde patlardı:
“Atla gel, parayı telledim!”
Güngör Kabakçıoğlu’nun yaptığı kapak resmindeki bereli kızı hemen istemiyordum, daha sonraki yıllara saklıyordum, bir düşünce olarak. Sarışın bir Ava Gardner’a benzeyen dilber en azından Güngör Kabakçıoğlu’nun çizdiği haliyle vardı. Ve bana da fena halde tutkundu. Adı ya Sibel Tamara ya da Cumana’ydı. Aslında, o sıralar Mersin’de, Lübnan konsolosunun baldızı bir Cumana vardı, onun peşinde dolaşırdım, “Cumana” adında bir şiir de yazmıştım, şiir İstanbul ya da Ankara dergilerinden birinde (hem de önemli bir dergi) yayımlanmıştı. Ama bu Cumana esmerdi… “Sefer dönüşlerinde vapur düdükleri…” Telgraf sarışın Sibel Tamara’dan ya da sarışın Cumana’dan geliyor olurdu… Beyrut ya da İskenderiye’den. Özlemiş anlaşılan. Ama özlemeyip de ne yapacak. Hele bir para gelsin, gerisini düşünürüz.
Masada oturuşumdan, sigara ya da pipo içişimden, edebî mi, yoksa edepsiz mi hayaller kurduğumu bilirdi Uğuray.
***
Garson cin tonik bardağını masaya koyarken “Faddal” diyor; ben de ona “Şükran ya hayyo…” diyorum. Pencerenin tül perdelerinin arasından sıra sıra palmiye gövdeleri ve bu gövdelerin arasından da “Batı (ya da Doğu) Nil Deltası Otobüs İşletmeleri”nin upuzun tabelası görünüyor. Pencerenin içindeki görüntüye göre bir alana bakıyorum. Alanın ortasında fesli bir heykel, uzak ufuklara bakıyor. Bir heykel ancak bir denize bakabilir böyle… Masada sigara paketinin yanında duran otel müşteri kartının üzerinde Hotel Pullman Cecil Alexandria ve “Welcome” yazıyor. Demek ki İskenderiye’deyim ve otelin adı Cecil olduğuna göre Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’nün en önemli mekânlarından birindeyim. Başımı geriye çeviriyorum: altı metre yüksekliğinde, beş metre genişliğinde o ünlü ayna. Evet, İskenderiye Dörtlüsü’nün Cecil Hotel’indeyim. Öyleyse, fesli heykelin bulunduğu alan Saad Zaghlool Alanı, otelin önünden geçen cadde Safia Zaghlool Caddesi, alanın batısını sınırlayarak Safia Zaghlool’la kesişen de Nabi Danial (Nebi Daniel) Sokağı olmalı. Kafamda sahneyi yeniden kuruyorum: alanın karşı köşesinde de Trianon Kahvesi olmalı.
Peki Athinaios Kahvesi nerede, Bilardo Sarayı nerede? Trianon, Athinaios ve Bilardo Sarayı… Kentin yaşlı şairini kafamdan uzaklaştırmalıyım şimdilik…
“Atla gel, parayı telledim!”
Demek ki atlayıp gelmem kırk yıl sürmüş. Hesaba göre, Sokaktaki Adam’ın kapağından metres tuttuğum kadın şimdi en azından altmış beş yetmiş yaşlarında olmalı. (Şimdiden söyleyeyim: onu birkaç gün sonra Elite Lokantası’nın sahibesi Madam Kristina olarak tanıyacağım, benimle Fransızca konuşacak ve kente gene geleceğimden öylesine emin ki, “Gelecek sefere gelirken bana Türk lokumu getirin!” diyecek.)
***
Ne yazıyor kitapta? (Lawrence Durrell, İskenderiye Dörtlüsü, Justine, Çev. Ülker İnce, Can Yayınları, s. 65) [Benim onu ilk gördüğüm yerde, Cecil Otel’in kasvetli girişindeki aynada tanışmışlar. “Bu can çekişen otelin girişindeki palmiyelerin kımıltısız bileşik yaprakları yaldız çerçeveli aynalarda uzun parçalara ayrılarak yansırlar. Burada yalnızca zenginler sürekli kalabilir, şeref ödenekli yaşlılığın yüksek nitelikli güvenliği içinde yaşayanlar. Ben kendime daha ucuz bir yer arıyorum. Bu gece salonda küçük bir Suriyeli kalabalığı var, koyu renk takımlarla ağırlaşmış gövdeleri, kıpkırmızı feslerden sararmış yüzleriyle ciddi ciddi oturuyorlar. Su aygırlarına benzeyen, hafifçe bıyıklı kadın tayfası çangur çungur sesler çıkaran takılarıyla yatmaya gittiler. Erkeklerin yumuşak, oval, meraklı yüzleri, kadınsı sesleri mücevher kutularıyla eğleşmekte, çünkü bu simsarlar küçük bir kutuya yerleştirdikleri en seçkin mücevherlerini yanlarından hiç eksik etmezler; yemekten sonra söz erkek mücevherlerine geldi. Akdeniz dünyası, insanlara bundan başka konuşacak bir şey vermiyor; mülkiyet simgesinde anlatımını bulan cinsel tükenmişlikten gelme bir kendine tutkunluk, bir narsizim, öyle ki, bir erkekle tanıştığınız zaman onun ne kadar ettiğini hemen anlarsınız, karısıya tanıştığınız zamansa aynı duyulmaz fısıltı size onun çeyiz ağırlığının neler olduğunu söyler. Mücevherlere paha biçmek için ışıkta bir o yana bir bu yana evirip çevirirken haremağaları gibi keyifli keyifli mırıltılar çıkarırlar. Küçük, kadınca gülücüklerle güzel beyaz dişlerini gösterir, içlerini çekerler. Parlak abanoz yüzlü, beyazlar giyinmiş bir garson kahve getirir. İçinde küçük esrar parçaları bulunan kocaman (Mısırlı kadınların kalçaları gibi), beyaz sigaralara gümüş çakmaklar çakılır. Yatmadan önce kafayı bulmak için birkaç zerrecik…”] Bir kez esrar denedim, kabadayılar vermişti, hiç hoşuma gitmedi. Uyumak istemiyorum, istesem de uyuyamam, uykusuzluk benim sürekli konumum. 502 numaralı odada, yeni açılmış bir şişe viski aynanın önünde duruyor. Bu gece konuğum ya da konuklarım olabilir.
– Justine’i mi bekliyorsun? diyor bir ses.
Bakıyorum: Kostis Moskof. İnmeli sol eli hüzünle sarkıyor. Bir ipe ağır bir taş bağlanmış gibi, kolu omuzdan bileğine kadar hareketsiz, parmakları ayrı ayrı oynuyor, sanki yengeç kıskaçları, örümcek ayakları, ama bu benzetmeleri Kostis’e yakıştırmıyorum.
– Hayır, diyorum ben, Cléa’nın gelmesini isterim.
– Cléa, YunanYahudi karışımıdır.
– Daha iyi, diyorum. Cléa’da insanı dinlendiren bir şey var. Justine tedirgin ediyor beni. Justine yamyam bir kadın.
– Yamyam kadınlar düşlerinde uçururlar insanı…
– Ben bir yazı anımsamaya benzeyen kadınları severim, diyorum.
“Bir yazı anımsamaya benzeyen kadın”ın, Attilâ İlhan’ın Sokaktaki Adam’ının kapağındaki bereli kız olduğunu, onun daha sonra “sevgilim” olduğunu biliyorum. Ama Kostis’e söylemiyorum bunu. Cecil Otel’den en az otuz saatimi çaldığı için kızgınım ona.
***
Kahire’den İskenderiye’ye gelirken, hangi otelde kalacağımızı sorduğum Titos Patrikios, “Cecil Otel’de”, demişti. Benimle dalga mı geçiyor diye yüzüne bakmıştım, ama Cecil Otel tutkumu açmamıştım şimdiye kadar ona. Ama gene de içimde küçük bir kuşku vardı; belki birinden duymuştur. Ama, o “biri” kimdi? Otobüs, bizi saat 15.00’e doğru öğle yemeği yiyeceğimiz deniz üstü lokantaya götürmeden önce bir ara Cecil’in önünde durmuş ve ancak o zaman inanmıştım 4 aralık, daha doğrusu 5 aralık 1994 pazartesi gecesi Cecil Otel’de uyuyacağıma.
“Hellenik Kültür Vakfı”nda Konstantinos Kavafis konuşmamı yaptıktan sonra otele dönünce, “Aynalı Salon”un ağzındaki bir masaya oturup oda anahtarımı getirmelerini beklemiştim. Ama getirmediler. Buna karşılık Polina gelip, “Haydi kirye İnce, pame!” deyince şafak attı bende. “Siz ve birkaç kişi Helnan Palestine Hotel’de kalacaksınız.” Yüzüne çılgın bir öfkeyle bakmıştım genç kadının. “Ben bu otelde kalmak istiyorum!” Palestine Hotel, Kral Faruk’un Montaza Palace’ıymış, Disneyland gibi bir yermiş, dünyanın en lüks otellerinden biriymiş. Polina artık, konuşmamdan sonra dolu dolu gözlerle gelip beni kutlayan o güzel genç kadın değildi, “vuslat”ıma engel olan kara cadıydı.
Palestine Hotel’de o gece hiç uyumadım. Yatağa bile girmedim. Ilıdıkça sıcak su ekleyerek uzun süre banyo küvetinde yattım, boğulma denemeleri yaptım; biri odamda, öteki Aynalı Salon’da Justine ile Cléa’nın beni Cecil Otel’de beklediklerini düşündüm, düşündükçe de akrepleştim.
Ertesi gün, Kavafis’in mezarını ziyaret ettikten sonra, otobüs Cecil Otel’in önünde durup “şanslılar”ı indirirken, ben de indim, doğruca resepsiyona gidip bir yetkiliyle görüşmek istediğimi söyledim. Otel doluymuş, Yunanistan Kültür bakanı yüzünden, ama küçük de olsa akşama doğru bir odanın boşalması olasılığı varmış… “Saat tam on altıda telefon edin bana. İlk boşalan oda sizden başkasına verilmeyecek” dedi. Otelin kartının arkasına adını yazmasını söyledim. Yazdı: Sayed İbrahim.
Sayed İbrahim’e ne anlattım? Belki de şu yazdıklarımı anlattım… Dediği saatte telefon ettim, “Hemen gelin, odanız sizi bekliyor” dedi.
İşte şimdi Aynalı Salon’da pencerelerinden birine yakın bir masada oturuyorum. Masanın üzerinde garsonun biraz önce getirdiği cintonik bardağı, sigara paketi ve otelin müşteri kimliği kartı. Aynı anda Mersin’de Akkahve’de caddeye bakan, Güneş Sineması’nı gören masalardan birinde de oturuyordum. Sinemanın merdivenli sekisinde kestaneci mangaldaki ateşi tavuk teleğiyle canlandırıyor ve gazete satıcısı “Makaredu deelii!” diye bağırarak geliyor. “Deelii!” Daily olabilir, peki “Makaredu”nun anlamı ne?
Mersin ve İskenderiye, Akkahve ve Cecil Otel’in Aynalı Salon’u… Aradan geçen kırk yıl, yaşanan değişik yedi kent, otellerinde konakladığım daha onlarca kent, eskitilen yüzlerce ayakkabı, don ve gömlek, içilen en azından 14 600 paket sigara, boşaltılan binlerce şişe içki, bir ölü baba, ölen ya da öldürülen arkadaşlar, 60’lı yılların şenlikli umudu, ardından giderek koyulaşan karamsarlık… Yıllarım ve ben şişe geçirilmiş tütün yaprakları gibi, gölgenin gölgesinin gölgesi… Uğuray öldü, ama sesi hâlâ kulağımda: “Atla gel, parayı telledim!” Aylarca, sokaklar ve vitrinler boyu göz göze geldiğim, ama tek sözcük konuşamadığım Cumana (şimdi yaşı çoktan altmışı geçmiş olmalı) Mersin’de midir acaba? Belki de iç savaş Beyrut’unu yaşamıştır, ya da çoğu Lübnanlı zengin gibi Paris’e göçmüştür. Masayı iki elimle tutuyorum, sanki kırk yılın ağırlığıyla çökmemesi için, çökmesini engellemek için. Kırk yıl içinde ölerek dökülen derim, deri tozlarım bir yerde birikebilseydi kaç kilo gelirdi?
Masada yerimi değiştiriyorum. Sırtım pencereye, yüzüm aynalı salona dönük. Uzaktaki aynanın içinde, Lawrence Durrell’in sözünü ettiği palmiyelerin yansımaları yok, ama palmiyelerin Safia Zaghlool Caddesi boyunca dizildiğini biliyorum. Aynalı Salon’da oturan yüzlerin kimilerini tanıyorum, Kahire’den bu yana onlarla birlikteyim. İstanbul’u, Kapadokya’yı, İzmir’i görenler ve aralarında, kimilerinin ataları buralardan gitmiş Atina’ya, Selanik’e… Aynalı Salon, Pera Palas’ın Barlı Salon’undan daha görkemli değil. Birden, Pera Palas’ın barına en yakın, pencere kıyısındaki masaya oturup Asmalımescit Sokağı’na baktığımı anımsıyorum. İskenderiye’de Asmalımescit’e benzeyen onlarca sokak var, özellikle Grek mahallesinde; Kavafis’in evinin bulunduğu, eski adıyla Lepsius, yeni adıyla Şarm eşŞeyh Sokağı da Asmalımescit’in akrabası. Kafamdan bunları geçirirken dikkatle salona bakıyorum: Justine’e, Balthazar’a, Mountolive’e, Cléa’ya, Darley’e, Nessim’e benzeyen kimse yok. “Amonyak, sandal ağacı, güherçile ve balık” kokuyor İskenderiye eskisi gibi, şimdi ek ve eksiklik olarak, at gübresi yerine egzoz gazı kokusu var.
Hayal kırıklığı yaşayabilirim Aynalı Salon’a bakarken, ama buna izin vermeyeceğim, vermemeliyim. Bu sırada Robert Desnos’nun bir dizesi imdadıma koşup derdime deva oluyor: “J’ai tant rêvé de toi que tu perds ta réalité (Seni öylesine düşleyip durdum ki yitiriyorsun gerçekliğini).” Sonunda elde mısır koçanı kalmasa bile gölgelerden ve hayaletlerden başka bir şey kalmıyor gerçeklikten.
Kırk yıl, güneşte kalmış siyah gömlek gibi morarmış, bozarmış…
Kuşkuya düşüyorum. İstanbul’a dönünce Justine’in 65. sayfasını yeniden okuyorum, ilk kez otuz bir yıl önce okuduğum bu sayfayı. Cecil Otel’in Aynalı Salon’unu görmeksizin aldığım yazınsal haz ile gördükten sonrakinin arasında biraz fark var. Salonu gördükten sonra haz daha da derinleşmiş, sınırları genişlemiş. Salonu görmeden imgelemimde kuruyordum onu, şimdi imgelemime gerçeklik de ekleniyor ya da gerçekliğe imgelemim katkıda bulunuyor. Yazınsal nesnenin, yazınsal gerçekliğin, görme ve deneyimle denenmesi ne zorunlu, ne de gerekli. Böyle bir deneyimi zorlamıyor “yazı”, ama yazınsal gerçeklikle nesnel gerçekliği birlikte kavramak ve yaşamak için büyük bir fırsat. Belki de ikisini birlikte ve ayrı ayrı anlamak için, kavramak ve değerlendirmek için bulunmaz bir fırsat.
Birkaç gün önce, çok ilginç genç bir edebiyatçı benimle bir söyleşi yaptı bir dergi için (Varlık dergisi için). Zeki bir genç, donanımlı, beni iyice sıkıştırdı. Hele, “Gerçeklik ile tanıklığın sınırları var, sınırları belli, ama imgelemimizin sınırları durmadan genişler” dediğim zaman. Tam bu sözcüklerle mi söyledim, emin değilim, ama böyle bir şey söyledim. İmgelem yazınsal (ya da sanatsal) eylemin lokomotifi, ateşleyicisi, çünkü “montaj” olanağı veriyor. Montaj, ama modele uygun bir yeniden üretim (restitution) değil; montaj, ama önceden hazırlanmış bir krokiye göre değil, kendini yaratan bir modele göre.
Bu yaz başlarında, Ankara’nın Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde Emniyet örgütünün en üst basamaklarında görev almış bir lise arkadaşıma rastladım. Neredeyse 1956’dan bu yana görmemiştim onu. Lise sıralarında şiir yazmıştı, sürdürmediği için canı sıkılıyor gibiydi. Ayrıca yaptığı işten dolayı kendisini küçük göreceğimi sanıyordu. Ona, “Yazarın işi detektifin işine benzer” dedim. “Ama yazar özgür bir detektiftir, gerçekliğin araştırılmasında hiçbir yerden buyruk almaz, araştırmasını ceza yasasına göre değil yazınsallığın yasalarına göre yapar; bağımsız ve özgür bir detektiftir yazar.”
Birkaç gün sonra, yani İskenderiye’de yaşanan, şimdi “geçmiş”e dönüştüğü için imgelemimde özgürce montaj yapabileceğim günlerden birinde, büyük aynanın önündeki masalardan birinde oturuyordu Koskis Moskof, karısıyla birlikte. Bana, Justine’in odama gelip gelmediğini sordu, kendisine Justine’i değil Cléa’yı beklemiş olduğumu söyledim. Bunun üzerine bayatlamış, sıradan bir cümle söyledi:
– Ben sevdiğim her kadına “Justine” adını takıyorum.
Belki bayağı, ama yazınsal eylemi oluşturan “soğan”ın katmanlarından birini simgeleyen bir cümle.
Tarih: 2020-01-07 16:00:54 Kategori: Edebiyat
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Atla gel, parayı telledim [İ] Nedir
Rahmetli Uğuray’la oynadığımız oyundan bir cümle: “Atla gel, parayı telledim!”
50’li yılların ortaları. Mersin’de, Akkahve’de, caddeye bakan masalardan birinde oturur, pipo içerek dışarı bakardım. Yalnızca dışarı bakmazdım. Varlık, Kaynak, Yeni Ufuklar ya da Seçilmiş Hikâyeler dergilerinden birini okur, kendimi Attilâ İlhan’ın Hasan’ının (Sokaktaki Adam) yerine koyardım. “Ve seni Bâbil’den öteye götüreceğim…” Kitabın (1953, Seçilmiş Hikâyeler dergisi kitapları) kapağındaki bereli kızın sevgilim, geri plandaki sol eli beline dayalı, sağ elinde dumanı tüten sigara tutan, dekolte giyimli sarışın kadının da metresim olduğunu hayal ederdim.
Tam bu sıralar, Uğuray’ın davudî sesi kulağımın dibinde patlardı:
“Atla gel, parayı telledim!”
Güngör Kabakçıoğlu’nun yaptığı kapak resmindeki bereli kızı hemen istemiyordum, daha sonraki yıllara saklıyordum, bir düşünce olarak. Sarışın bir Ava Gardner’a benzeyen dilber en azından Güngör Kabakçıoğlu’nun çizdiği haliyle vardı. Ve bana da fena halde tutkundu. Adı ya Sibel Tamara ya da Cumana’ydı. Aslında, o sıralar Mersin’de, Lübnan konsolosunun baldızı bir Cumana vardı, onun peşinde dolaşırdım, “Cumana” adında bir şiir de yazmıştım, şiir İstanbul ya da Ankara dergilerinden birinde (hem de önemli bir dergi) yayımlanmıştı. Ama bu Cumana esmerdi… “Sefer dönüşlerinde vapur düdükleri…” Telgraf sarışın Sibel Tamara’dan ya da sarışın Cumana’dan geliyor olurdu… Beyrut ya da İskenderiye’den. Özlemiş anlaşılan. Ama özlemeyip de ne yapacak. Hele bir para gelsin, gerisini düşünürüz.
Masada oturuşumdan, sigara ya da pipo içişimden, edebî mi, yoksa edepsiz mi hayaller kurduğumu bilirdi Uğuray.
***
Garson cin tonik bardağını masaya koyarken “Faddal” diyor; ben de ona “Şükran ya hayyo…” diyorum. Pencerenin tül perdelerinin arasından sıra sıra palmiye gövdeleri ve bu gövdelerin arasından da “Batı (ya da Doğu) Nil Deltası Otobüs İşletmeleri”nin upuzun tabelası görünüyor. Pencerenin içindeki görüntüye göre bir alana bakıyorum. Alanın ortasında fesli bir heykel, uzak ufuklara bakıyor. Bir heykel ancak bir denize bakabilir böyle… Masada sigara paketinin yanında duran otel müşteri kartının üzerinde Hotel Pullman Cecil Alexandria ve “Welcome” yazıyor. Demek ki İskenderiye’deyim ve otelin adı Cecil olduğuna göre Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’nün en önemli mekânlarından birindeyim. Başımı geriye çeviriyorum: altı metre yüksekliğinde, beş metre genişliğinde o ünlü ayna. Evet, İskenderiye Dörtlüsü’nün Cecil Hotel’indeyim. Öyleyse, fesli heykelin bulunduğu alan Saad Zaghlool Alanı, otelin önünden geçen cadde Safia Zaghlool Caddesi, alanın batısını sınırlayarak Safia Zaghlool’la kesişen de Nabi Danial (Nebi Daniel) Sokağı olmalı. Kafamda sahneyi yeniden kuruyorum: alanın karşı köşesinde de Trianon Kahvesi olmalı.
Peki Athinaios Kahvesi nerede, Bilardo Sarayı nerede? Trianon, Athinaios ve Bilardo Sarayı… Kentin yaşlı şairini kafamdan uzaklaştırmalıyım şimdilik…
“Atla gel, parayı telledim!”
Demek ki atlayıp gelmem kırk yıl sürmüş. Hesaba göre, Sokaktaki Adam’ın kapağından metres tuttuğum kadın şimdi en azından altmış beş yetmiş yaşlarında olmalı. (Şimdiden söyleyeyim: onu birkaç gün sonra Elite Lokantası’nın sahibesi Madam Kristina olarak tanıyacağım, benimle Fransızca konuşacak ve kente gene geleceğimden öylesine emin ki, “Gelecek sefere gelirken bana Türk lokumu getirin!” diyecek.)
***
Ne yazıyor kitapta? (Lawrence Durrell, İskenderiye Dörtlüsü, Justine, Çev. Ülker İnce, Can Yayınları, s. 65) [Benim onu ilk gördüğüm yerde, Cecil Otel’in kasvetli girişindeki aynada tanışmışlar. “Bu can çekişen otelin girişindeki palmiyelerin kımıltısız bileşik yaprakları yaldız çerçeveli aynalarda uzun parçalara ayrılarak yansırlar. Burada yalnızca zenginler sürekli kalabilir, şeref ödenekli yaşlılığın yüksek nitelikli güvenliği içinde yaşayanlar. Ben kendime daha ucuz bir yer arıyorum. Bu gece salonda küçük bir Suriyeli kalabalığı var, koyu renk takımlarla ağırlaşmış gövdeleri, kıpkırmızı feslerden sararmış yüzleriyle ciddi ciddi oturuyorlar. Su aygırlarına benzeyen, hafifçe bıyıklı kadın tayfası çangur çungur sesler çıkaran takılarıyla yatmaya gittiler. Erkeklerin yumuşak, oval, meraklı yüzleri, kadınsı sesleri mücevher kutularıyla eğleşmekte, çünkü bu simsarlar küçük bir kutuya yerleştirdikleri en seçkin mücevherlerini yanlarından hiç eksik etmezler; yemekten sonra söz erkek mücevherlerine geldi. Akdeniz dünyası, insanlara bundan başka konuşacak bir şey vermiyor; mülkiyet simgesinde anlatımını bulan cinsel tükenmişlikten gelme bir kendine tutkunluk, bir narsizim, öyle ki, bir erkekle tanıştığınız zaman onun ne kadar ettiğini hemen anlarsınız, karısıya tanıştığınız zamansa aynı duyulmaz fısıltı size onun çeyiz ağırlığının neler olduğunu söyler. Mücevherlere paha biçmek için ışıkta bir o yana bir bu yana evirip çevirirken haremağaları gibi keyifli keyifli mırıltılar çıkarırlar. Küçük, kadınca gülücüklerle güzel beyaz dişlerini gösterir, içlerini çekerler. Parlak abanoz yüzlü, beyazlar giyinmiş bir garson kahve getirir. İçinde küçük esrar parçaları bulunan kocaman (Mısırlı kadınların kalçaları gibi), beyaz sigaralara gümüş çakmaklar çakılır. Yatmadan önce kafayı bulmak için birkaç zerrecik…”] Bir kez esrar denedim, kabadayılar vermişti, hiç hoşuma gitmedi. Uyumak istemiyorum, istesem de uyuyamam, uykusuzluk benim sürekli konumum. 502 numaralı odada, yeni açılmış bir şişe viski aynanın önünde duruyor. Bu gece konuğum ya da konuklarım olabilir.
– Justine’i mi bekliyorsun? diyor bir ses.
Bakıyorum: Kostis Moskof. İnmeli sol eli hüzünle sarkıyor. Bir ipe ağır bir taş bağlanmış gibi, kolu omuzdan bileğine kadar hareketsiz, parmakları ayrı ayrı oynuyor, sanki yengeç kıskaçları, örümcek ayakları, ama bu benzetmeleri Kostis’e yakıştırmıyorum.
– Hayır, diyorum ben, Cléa’nın gelmesini isterim.
– Cléa, YunanYahudi karışımıdır.
– Daha iyi, diyorum. Cléa’da insanı dinlendiren bir şey var. Justine tedirgin ediyor beni. Justine yamyam bir kadın.
– Yamyam kadınlar düşlerinde uçururlar insanı…
– Ben bir yazı anımsamaya benzeyen kadınları severim, diyorum.
“Bir yazı anımsamaya benzeyen kadın”ın, Attilâ İlhan’ın Sokaktaki Adam’ının kapağındaki bereli kız olduğunu, onun daha sonra “sevgilim” olduğunu biliyorum. Ama Kostis’e söylemiyorum bunu. Cecil Otel’den en az otuz saatimi çaldığı için kızgınım ona.
***
Kahire’den İskenderiye’ye gelirken, hangi otelde kalacağımızı sorduğum Titos Patrikios, “Cecil Otel’de”, demişti. Benimle dalga mı geçiyor diye yüzüne bakmıştım, ama Cecil Otel tutkumu açmamıştım şimdiye kadar ona. Ama gene de içimde küçük bir kuşku vardı; belki birinden duymuştur. Ama, o “biri” kimdi? Otobüs, bizi saat 15.00’e doğru öğle yemeği yiyeceğimiz deniz üstü lokantaya götürmeden önce bir ara Cecil’in önünde durmuş ve ancak o zaman inanmıştım 4 aralık, daha doğrusu 5 aralık 1994 pazartesi gecesi Cecil Otel’de uyuyacağıma.
“Hellenik Kültür Vakfı”nda Konstantinos Kavafis konuşmamı yaptıktan sonra otele dönünce, “Aynalı Salon”un ağzındaki bir masaya oturup oda anahtarımı getirmelerini beklemiştim. Ama getirmediler. Buna karşılık Polina gelip, “Haydi kirye İnce, pame!” deyince şafak attı bende. “Siz ve birkaç kişi Helnan Palestine Hotel’de kalacaksınız.” Yüzüne çılgın bir öfkeyle bakmıştım genç kadının. “Ben bu otelde kalmak istiyorum!” Palestine Hotel, Kral Faruk’un Montaza Palace’ıymış, Disneyland gibi bir yermiş, dünyanın en lüks otellerinden biriymiş. Polina artık, konuşmamdan sonra dolu dolu gözlerle gelip beni kutlayan o güzel genç kadın değildi, “vuslat”ıma engel olan kara cadıydı.
Palestine Hotel’de o gece hiç uyumadım. Yatağa bile girmedim. Ilıdıkça sıcak su ekleyerek uzun süre banyo küvetinde yattım, boğulma denemeleri yaptım; biri odamda, öteki Aynalı Salon’da Justine ile Cléa’nın beni Cecil Otel’de beklediklerini düşündüm, düşündükçe de akrepleştim.
Ertesi gün, Kavafis’in mezarını ziyaret ettikten sonra, otobüs Cecil Otel’in önünde durup “şanslılar”ı indirirken, ben de indim, doğruca resepsiyona gidip bir yetkiliyle görüşmek istediğimi söyledim. Otel doluymuş, Yunanistan Kültür bakanı yüzünden, ama küçük de olsa akşama doğru bir odanın boşalması olasılığı varmış… “Saat tam on altıda telefon edin bana. İlk boşalan oda sizden başkasına verilmeyecek” dedi. Otelin kartının arkasına adını yazmasını söyledim. Yazdı: Sayed İbrahim.
Sayed İbrahim’e ne anlattım? Belki de şu yazdıklarımı anlattım… Dediği saatte telefon ettim, “Hemen gelin, odanız sizi bekliyor” dedi.
İşte şimdi Aynalı Salon’da pencerelerinden birine yakın bir masada oturuyorum. Masanın üzerinde garsonun biraz önce getirdiği cintonik bardağı, sigara paketi ve otelin müşteri kimliği kartı. Aynı anda Mersin’de Akkahve’de caddeye bakan, Güneş Sineması’nı gören masalardan birinde de oturuyordum. Sinemanın merdivenli sekisinde kestaneci mangaldaki ateşi tavuk teleğiyle canlandırıyor ve gazete satıcısı “Makaredu deelii!” diye bağırarak geliyor. “Deelii!” Daily olabilir, peki “Makaredu”nun anlamı ne?
Mersin ve İskenderiye, Akkahve ve Cecil Otel’in Aynalı Salon’u… Aradan geçen kırk yıl, yaşanan değişik yedi kent, otellerinde konakladığım daha onlarca kent, eskitilen yüzlerce ayakkabı, don ve gömlek, içilen en azından 14 600 paket sigara, boşaltılan binlerce şişe içki, bir ölü baba, ölen ya da öldürülen arkadaşlar, 60’lı yılların şenlikli umudu, ardından giderek koyulaşan karamsarlık… Yıllarım ve ben şişe geçirilmiş tütün yaprakları gibi, gölgenin gölgesinin gölgesi… Uğuray öldü, ama sesi hâlâ kulağımda: “Atla gel, parayı telledim!” Aylarca, sokaklar ve vitrinler boyu göz göze geldiğim, ama tek sözcük konuşamadığım Cumana (şimdi yaşı çoktan altmışı geçmiş olmalı) Mersin’de midir acaba? Belki de iç savaş Beyrut’unu yaşamıştır, ya da çoğu Lübnanlı zengin gibi Paris’e göçmüştür. Masayı iki elimle tutuyorum, sanki kırk yılın ağırlığıyla çökmemesi için, çökmesini engellemek için. Kırk yıl içinde ölerek dökülen derim, deri tozlarım bir yerde birikebilseydi kaç kilo gelirdi?
Masada yerimi değiştiriyorum. Sırtım pencereye, yüzüm aynalı salona dönük. Uzaktaki aynanın içinde, Lawrence Durrell’in sözünü ettiği palmiyelerin yansımaları yok, ama palmiyelerin Safia Zaghlool Caddesi boyunca dizildiğini biliyorum. Aynalı Salon’da oturan yüzlerin kimilerini tanıyorum, Kahire’den bu yana onlarla birlikteyim. İstanbul’u, Kapadokya’yı, İzmir’i görenler ve aralarında, kimilerinin ataları buralardan gitmiş Atina’ya, Selanik’e… Aynalı Salon, Pera Palas’ın Barlı Salon’undan daha görkemli değil. Birden, Pera Palas’ın barına en yakın, pencere kıyısındaki masaya oturup Asmalımescit Sokağı’na baktığımı anımsıyorum. İskenderiye’de Asmalımescit’e benzeyen onlarca sokak var, özellikle Grek mahallesinde; Kavafis’in evinin bulunduğu, eski adıyla Lepsius, yeni adıyla Şarm eşŞeyh Sokağı da Asmalımescit’in akrabası. Kafamdan bunları geçirirken dikkatle salona bakıyorum: Justine’e, Balthazar’a, Mountolive’e, Cléa’ya, Darley’e, Nessim’e benzeyen kimse yok. “Amonyak, sandal ağacı, güherçile ve balık” kokuyor İskenderiye eskisi gibi, şimdi ek ve eksiklik olarak, at gübresi yerine egzoz gazı kokusu var.
Hayal kırıklığı yaşayabilirim Aynalı Salon’a bakarken, ama buna izin vermeyeceğim, vermemeliyim. Bu sırada Robert Desnos’nun bir dizesi imdadıma koşup derdime deva oluyor: “J’ai tant rêvé de toi que tu perds ta réalité (Seni öylesine düşleyip durdum ki yitiriyorsun gerçekliğini).” Sonunda elde mısır koçanı kalmasa bile gölgelerden ve hayaletlerden başka bir şey kalmıyor gerçeklikten.
Kırk yıl, güneşte kalmış siyah gömlek gibi morarmış, bozarmış…
Kuşkuya düşüyorum. İstanbul’a dönünce Justine’in 65. sayfasını yeniden okuyorum, ilk kez otuz bir yıl önce okuduğum bu sayfayı. Cecil Otel’in Aynalı Salon’unu görmeksizin aldığım yazınsal haz ile gördükten sonrakinin arasında biraz fark var. Salonu gördükten sonra haz daha da derinleşmiş, sınırları genişlemiş. Salonu görmeden imgelemimde kuruyordum onu, şimdi imgelemime gerçeklik de ekleniyor ya da gerçekliğe imgelemim katkıda bulunuyor. Yazınsal nesnenin, yazınsal gerçekliğin, görme ve deneyimle denenmesi ne zorunlu, ne de gerekli. Böyle bir deneyimi zorlamıyor “yazı”, ama yazınsal gerçeklikle nesnel gerçekliği birlikte kavramak ve yaşamak için büyük bir fırsat. Belki de ikisini birlikte ve ayrı ayrı anlamak için, kavramak ve değerlendirmek için bulunmaz bir fırsat.
Birkaç gün önce, çok ilginç genç bir edebiyatçı benimle bir söyleşi yaptı bir dergi için (Varlık dergisi için). Zeki bir genç, donanımlı, beni iyice sıkıştırdı. Hele, “Gerçeklik ile tanıklığın sınırları var, sınırları belli, ama imgelemimizin sınırları durmadan genişler” dediğim zaman. Tam bu sözcüklerle mi söyledim, emin değilim, ama böyle bir şey söyledim. İmgelem yazınsal (ya da sanatsal) eylemin lokomotifi, ateşleyicisi, çünkü “montaj” olanağı veriyor. Montaj, ama modele uygun bir yeniden üretim (restitution) değil; montaj, ama önceden hazırlanmış bir krokiye göre değil, kendini yaratan bir modele göre.
Bu yaz başlarında, Ankara’nın Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde Emniyet örgütünün en üst basamaklarında görev almış bir lise arkadaşıma rastladım. Neredeyse 1956’dan bu yana görmemiştim onu. Lise sıralarında şiir yazmıştı, sürdürmediği için canı sıkılıyor gibiydi. Ayrıca yaptığı işten dolayı kendisini küçük göreceğimi sanıyordu. Ona, “Yazarın işi detektifin işine benzer” dedim. “Ama yazar özgür bir detektiftir, gerçekliğin araştırılmasında hiçbir yerden buyruk almaz, araştırmasını ceza yasasına göre değil yazınsallığın yasalarına göre yapar; bağımsız ve özgür bir detektiftir yazar.”
Birkaç gün sonra, yani İskenderiye’de yaşanan, şimdi “geçmiş”e dönüştüğü için imgelemimde özgürce montaj yapabileceğim günlerden birinde, büyük aynanın önündeki masalardan birinde oturuyordu Koskis Moskof, karısıyla birlikte. Bana, Justine’in odama gelip gelmediğini sordu, kendisine Justine’i değil Cléa’yı beklemiş olduğumu söyledim. Bunun üzerine bayatlamış, sıradan bir cümle söyledi:
– Ben sevdiğim her kadına “Justine” adını takıyorum.
Belki bayağı, ama yazınsal eylemi oluşturan “soğan”ın katmanlarından birini simgeleyen bir cümle.
Tarih: 2020-01-07 16:00:54 Kategori: Edebiyat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx